04-SAHABE VE OSMANLI’DAKİ EDEP VE SEVGİ

Sahâbe ve Osmanlı’daki edep ve sevgi
Edep, İslâm’ın en önemli müesseselerinden biridir. İnsanların birbiriyle ve mürşidleriyle olan ilişkilerini dizayn eden bir sistemdir. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de ulûl’emirden bahsediyor. “Sizden olan ulûl’emre itaat ediniz!” buyuruyor. Ulûl, sahipleri demek; emr de, bildiğiniz emir, emretmek yani yapılması lâzım gelen şeyleri tebliğ etmek olayı… Yaptırmak üzere faaliyete geçmek. İşte ulûl’emr, odur.
Ulûl’emrin görevi nedir? Allahû Tealâ’dan resûlün aldığı emrin kendisine tebliğinden sonra, başkalarına tebliğ ederek, onların yapılmasını sağlamak.
Diğer saliklerin (yolda olan diğer kardeşlerin) görevi nedir, ihvanın görevi nedir? İtaat etmek. Emri, Allah’ın istediği biçim ve boyutta yerine getirmek.
Her zaman insanlar iki grupta toplanır; biri emir vererek onu yaptırandır, diğerleri de ona itaat ederek emri yerine getirendir. İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde, Peygamber Efendimiz (S.A.V) kendisi ulûl’emirdi. Çoğalınca başka ulûl’emirler tayin etmeye başladı. Ve İslâm’ın çevresi genişledikçe idarî mekanizmaların başına Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarafından valiler getirdi. Daha sonra İslâm büyüdükçe vilâyet, bir kullanılır sistem oldu. Yani, her yerde ulûl’emr o yerin insanlarına Allah’ın emirlerini tebliğ eden, onları yaptıran bir hüviyet kazandı.
Öyleyse söz konusu olan itaattir. Biliyorsunuz ki, nefsin bir afeti var; isyan. Ruhun da bir hasleti var; itaat. Ruh, Allah’ın bütün emirlerine mutlak itaat eden, yasak ettiği hiçbir fiili asla işlemeyen bir yapıdadır. Nefs de Allah neyi emretmişse onu özellikle yapmak istemeyen, neyi yasak etmişse onu da muhakkak yapmak isteyen bir başka özellik taşır.
Şimdi burada muhtevaya baktığımız zaman mutlaka yerine getirilmesi lâzım gelen bir şeylerin bütün devirlerde varolduğunu görüyoruz. Öyleyse İslâm (Allah’a teslim oluş), bir birliği ifade eder. Çünkü, Allahû Tealâ bütün insanları hanif fıtratıyla yaratmıştır. Hanif fıtratı da, “tek Allah’a inanmak” ve “vahdetin sahibi olmak” demektir. Yani inananların birlik içinde ve en güzel standartlarda hareket etmesidir.
İnananlar… Allahû Tealâ’nın yolunda olanlar, tâbî olanlar. Müesseseyi bu standartlarda ele almak mecburiyetindeyiz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe, Kur’ân-ı Kerim’de “Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve O’na bağlı olanlar”, “tâbî olanlar” diye beraberce ele alınmıştır. Öyleyse “tâbiiyet” müessesesine dikkatle bakalım. İslâm tâbiiyettir. Tâbiiyet yoksa, teslim hiçbir zaman gerçekleşemez.
Allahû Tealâ, Yusuf-108’de bütün sahâbenin ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in; O’nun ve O’na bağlı olanların, O’na tâbî olanların durumunu anlatıyor.
Yusuf-108 : Kul hâzihî sebiyliy ed’û ilallahi alâ basıyretin ene ve menittebe’aniy, ve sübhânallahi ve mâ ene minelmüşrikiyn.
De ki; “Benim ve bana tâbî olanların basiret üzere (kalp gözüyle, basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol işte bu yoldur. Ve Allah’ı tenzih ederim. Ve ben müşriklerden değilim.”
Al-i İmran-20’de de aynı olayı görüyoruz:
Al-i İmran-20 : Fe in hâccûke fe kul eslemtü vechiye lillâhi ve menittebe’an. Ve kul lillezine ütül kitâbe velümmiyyîne e’eslemtüm. Fe in eslemû fe kad ihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belag. Vallahü basirun bil’ıbâd.
Eğer, seninle tartışmaya kalkarlarsa, o zaman de ki: “Ben ve bana tâbî olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik.”O kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: “Siz de (fizik vücudunuzu Allah’a) teslim ettiniz mi?” Eğer teslim ettilerse; o zaman (onlar) andolsun ki hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen (görev) ancak tebliğdir. Allah kullarını Basir’dir (görendir).
Allahû Tealâ, gene aynı ifadeyi kullanıyor. “Ben ve bana tâbî olanlar.”
Peygamber Efendimiz (S.A.V), etrafında az kişi varken sadece O, tek bir ulûl’emr oluşturuyordu. Allah’tan aldığı emirleri tebliğ ediyor, ulaştırıyordu. Ama cemaat büyüdükçe, mesafeler açıldıkça başka ulûl’emirler tayin etmek durumunda kaldı. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gösterilen saygının bir benzeri ulûl’emre karşı gösteriliyordu. Sonra teşkilât, eyaletler, valilikler olarak genişledi.
Osmanlı’da da eyaletler vardı, bu eyaletlerde de mutasarrıflıklar vardı, (vilâyetler) vardı. Eyalet birkaç ilin biraraya gelmesiyle veya birkaç mutasarrıflığın biraraya gelmesiyle oluşan bir sistemdi. Osmanlı’da tımar-has-zeamet adıyla, ayrı ayrı arazi parçalarının dağıtılması söz konusu olmuştu. Yararlılık gösterenlere o saha teslim edilirdi. Onlar da ona adaletle hükmederlerdi, ulûl’emr olarak.
Osmanlı’da edep müessesesinin temelinde hep Allah vardı. Bir Osmanlı İmparatorluğu düşünün ki, aşağı yukarı herkes tasavvuftaydı. Asker; Allah’ın askeri, esnaf ; Allah’ın esnafı. Geri kalan halkın büyük kısmı gene tasavvufta…
Böyle bir muhtevada herkes birbirine karşı son derece saygılıydı. Sabah namazından sonra yatılmazdı ve kim yolda birbirleriyle karşılaşırsa mutlaka selâm verirlerdi: Birinci taraf, “Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!” derse ikinci taraf tamamlardı: “Esselâmü aleyküm ve rahmetullah ve berekâtühü!”
Arkasından taraflardan biri mutlaka Vel’Asr Suresini okurdu. Vel’Asr Suresi bu kadar önemliydi. Vel’Asr Suresi tasavvufun bütününü ihtiva ediyor.
Öyleyse işte böyle bir dizaynda sahâbe nerede birbirini görse mutlaka hal-hatır sorulur, bir problemi olan kişi varsa mutlaka ona yardım edilirdi. Adap (edep müessesesinin çoğuludur), onu gerektiriyordu.
Muhaciriyn (Mekke’den Medine’ye göç edenler) Medine’ye geldikten sonra Medine’dekiler (yardımcılar) onlara çok büyük ölçüde yardımcı oldular. Ondan sonra yapılan bütün evlerde veya mescitte bütün sahâbenin birarada çalıştığını görüyoruz. Herkes başkalarına yardım etmek için yarışırdı. Sahâbe arasında yardımlaşma çok büyük bir önem kazanan müesseseydi. Kimin neye ihtiyacı varsa hep beraber onu temin etmek herkesin üzerine vazifeydi. Kimse “Benim vazifem değil!” demezdi. Adap onu gerektirirdi ki, herkes birbirine karşı bir kabulle bağlanırdı. “O mutlaka Allah’ın indinde benden üstündür.” diye düşünülürdü. “Öyleyse, ben ona saygı göstereyim.” Karşısındaki de aynı düşüncenin sahibiydi.
A, B için şöyle düşünürdü: “O mutlaka Allah’ın indinde benden üstündür.” Ama B de A için aynı şeyi düşünürdü: “Mutlaka o benden üstündür Allahû Tealâ’nın indinde.”
Öyleyse ruhların davranışı bu. Aramızdan her kim başka kardeşlerinin kendisinden üstün olduğunu düşünüyorsa, o ruhunun gereğini yapıyor. Aramızdan her kim de başka kardeşlerinin kendisinden daha aşağıda olduğunu düşünüyorsa, o da nefsiyle davranıyor.
Hep ruhumuzla davranalım! Herkese yardım etmenin Allahû Tealâ tarafından üzerimize farz kılındığını düşünelim. Bir adım daha ötesini de düşünelim. Yardım edersek mutluluğu yaşayabiliriz. Mutluluk, huzur ancak bizlerin yardımıyla gerçekleşebilir. Başka insanlar bizim mutluluğumuzun bir parçasıdır. Edep neyi gerektirir? Yardımı gerektirir, tevazuu gerektirir. Tevazu, bir kişinin ait olduğu standartlardan daha aşağıda bir davranışı sergileyebilmesi halidir. Edep de, tevazuun ikiz kardeşidir. Kim tevazu sahibiyse o edebi, Allah’ın emrettiği biçim ve boyutta yerine getirir. Tevazu, başkalarını bir insanın kendisinden üstün kabul etmesi halidir. O zaman o kişinin bütün davranışları Kur’ân’ın davranışlarıdır.
Bütün sahâbe bu büyük edebin içinde yaşadılar. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e saygı gösterdiler. Bu saygı; başlangıçta “adap” müessesesi yerleşemediği için sahâbenin Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i de sokakta dolaşan, alışveriş eden, kendileri gibi bir insan olduğunu görmesiyle O’na başlangıçta lâzım gelen tazimde bulunulamadı. Allahû Tealâ da bunu Kur’ân-ı Kerim’de açıkladı. Ve O’nun, onlar gibi alışveriş eden, çarşıda pazarda dolaşan, sokağa çıkan, onların yaptığı herşeyi yapan bir insan olması, O’nun üstünlüğüne gölge düşüremez. O, Allahû Tealâ’nın seçtiğidir ve O’na saygı gösterilmesi gerektiği de Bakara Suresinde açıklanmıştır.
O müsaade etmedikçe evin içine insanların girmesi yasak kılınmıştır. Yani Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’e koyduğu hükümlerle adabın yerleşmesi için gerekli olan zemini hazırlamıştır. Neticede Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e karşı bir saygı müessesesinin giderek yerleştiğini görüyoruz.
Sahâbe arasında en üstün kişi muhakkak ki Hz. Ebubekir idi. Hz. Ebubekir bütün davranışlarıyla, diğer bütün sahâbeye örnek olmuştur. Kendisinden sonra gelecek olan üç halifeye de, onların dışındaki bütün sahâbeye de bütün davranışlarıyla, örnek olmuştur.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki; “Harp yapacağım, bana para lâzım. Herkes para getirsin, silâh alacağız, masraflarımız var.”
Herkes para getiriyor, mevcutlarından bir kısmını Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e veriyorlar. Hz. Ebubekir de evinin anahtarını getiriyor ve teslim ediyor. İçindeki paralarla, içindeki herşeyiyle; “Benim evim artık senindir, diyor. Ey Allah’ın Resûl’ü!”
Peygamber Efendimiz (S.A.V) miraca çıktığı zaman, Allah’ın katına fizik vücudunun üzerine ruhu örtü olarak yükseldiği zaman, Allah’la konuşup O’ndan emirler aldıktan sonra aşağı indiğinde, konu Kur’ân’ın hükmü oluyor. Allahû Tealâ indirdiği âyetlerle, Kur’ân’ın bir hüviyetini koyuyor ortaya. Yani âyetler herkes tarafından okunuyor. Ve kâfirler Hz. Ebubekir’e gidiyorlar. Diyorlar ki:
-Seninki diyor ki, Allah’ın katına çıkmış, şöyle olmuş, böyle olmuş…
Evvelâ “seninki” tabirine karşı çıkıyor Hz. Ebubekir, sonra da diyor ki;
-Bunları kimden duydunuz? Kendisinden mi, yoksa başkasından mı ?
Onlar da;
-Kendisinden duyduk, diyorlar.
-Eğer, bunu O’ndan, Kendisinden duyduysanız, o zaman mutlaka doğrudur. Ben O’na kefilim. Ne söylerse doğru olduğunu, benim de söylemiş olduğumu kabul edin. Mutlaka öyledir, diyor.
Bu onun, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylediklerinin doğruluğuna kesin şahitliğidir.
Sıdk müessesesi, hem sadakati içerir, (sadık olmak) ihanet etmemeyi içerir, hem de doğruyu tasdik etmek anlamına gelir. Aynı zamanda tasadduk da, (sadaka vermek) aynı müessesesinin bir parçasını oluşturur.
Öyleyse Hz. Ebubekir, adabın en büyük mümessiliydi.
Osmanlı da aynı standardı gösterdi. Osmanlı’nın yükselme devrinin belki en önemli müessesesi akıncılardır. “Akıncılar” deyip de geçmeyelim, herbirisi en az üç lisan bilirdi ve hepsi birer üst seviye cengâverdi. Adları bütün Avrupa’da saygıyla anılırdı ve gittikleri yerde adaleti temsil ederlerdi, nerede bir adaletsizlikle karşılaşırlarsa mutlaka müdahale ederlerdi.
Sahâbe arasındaki dostluk öyle bir noktaya ulaştı ki, herkes başkasını kendisinden daha değerli buluyordu. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa dikkat çekiyor: “Başkalarına yanlış davranıyorlar diye kızmayın. Onları gözünüzde küçültmeyin. Ola ki onlar Allah’ın katında sizden daha değerlidirler.” diyor.
İşte bu sebeple sahâbe bu âyet-i kerimedeki “Olur ki onlar Allah’ın katında sizden daha değerlidirler.” ifadesini hayatlarına, mihmandar (yol gösterici) tayin etmişlerdi, öyle bir davranışın sahipleriydi. Herkes bir başka kardeşini kendisinden daha üstün kabul ederdi. Böyle bir olayın bütünleşmesini düşünün, herkes aynı şeyi düşündüğü için muhteşem bir birlik ve beraberlik, adap müessesesi oluşmuştu. Ve günler geçtikçe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e karşı gösterilen saygı, Kur’ân’ın ışığında giderek O’na daha çok tazim olunan bir hüviyete bürünüyordu. Hiçbir zaman bu olay bir mürayilik şekline dönüşmedi.
Herkes yaptığını Allah için yapıyordu.
Herşey o kadar güzeldi ki…
Herkes birbiriyle dost…
Herkes başkası için yaşıyor… Herkes Hz. Ömer’in yaptığını yapıyordu.
Hz. Ömer, her gece: “Ben bugün Allah için ne yaptım? Kime hangi hizmeti götürdüm?” diye o günün muhasebesini yapardı ve görürdü ki bütün gününü başka insanlara hizmet etmek için geçirmiş. Ve bu onun mutlu olmasını sağlardı.
Her sahâbe kendi başına bir büyük insandı. Onun için Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki; “Benim sahâbem yıldızlar gibidir, kim onlara tâbî olursa mutlaka hidayete erer.”
Bütün sahâbe bu sebeple, Peygamber Efendimiz (S.A.V) onları öyle yetiştirdiği için, irşad makamının sahibi oldular, hepsi birer mürşid oldu, kendilerinden sonra gelen nesli yetiştirdiler, tasavvufta en üstün boyutlara ulaştırdılar. Öyleyse adap, sahâbenin temeliydi ve adapta hiçbir eksiklik söz konusu olmadı.
Adap saygıyı kesin bir hüviyete sokar. Saygısız bir adap müessesesi düşünülemez. Adabın kökeni saygıdır. Öyleyse bunun tatbik sahasına girebilmesi, kişinin kendisini başkalarından daha aşağıda hissetmesiyle mümkündür. Ya da bir başka deyişle, başkalarını Allah’ın katında kendisinden daha üstün olduğunu kabul etmesiyle geçerlidir.
İşte adabın ruhu budur. Bütün sahâbe, herbirisi, kendisinden başka herkesin Allah’ın katında kendisinden daha üstün olduğunu kabul ederek onlarla beraber oluyordu. Ama herkes böyle olduğu için, herkes birbirine karşı muhteşem bir saygı gösteriyordu. Bunun ne kadar Allahû Tealâ’nın güzelliklerini aksettiren bir müessese olduğunu düşünebiliyor musunuz? 10 kişiden ibaret bir topluluk düşünelim. Birinci kişi, ikinciden onuncuya kadar diğer bütün kardeşlerinin kendisinden üstün olduğunu düşünüyor. İkinci de, birinciden itibaren, üçüncüden ona kadar olan diğer bütün kardeşlerinin kendisinden üstün olduğunu düşünüyor. Üçüncü de bütün diğer kardeşlerinin kendisinden üstün olduğunu düşünüyor. Onuncuya kadar herkes bu durumda. Böyle bir adabın yerleştiği bir toplumda bir saygısızlık unsuru olabilir mi ? Eğer toplumun her ferdi başkalarını kendisinden üstün görüyorsa, o, etrafındaki her kişi tarafından onlardan daha üstün kabul ediliyor demektir. Bu sadece ruhun sesini dinleyenler için geçerlidir. Eğer nefsler devreye girmişse orada adap paralize olur. Eğer nefsler devreye girmişse insanlar üstünlük telaşına düşerler. Eğer nefsler devreye girmişse insanların arasında hep anlaşmazlık vardır, hep şikâyet vardır.
O devir Asr-ı Saadet adını aldı.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in devri.
Sahâbe mutluluğu yaşadılar.
Onlara mutluluğu yaşatan şey adaptı.
Allahû Tealâ diyor ki;
Al-i İmran-103 : Va’tasımû bihablilâhi cemi’â ve lâ teferrekû, vezkürû ni’metallahi aleyküm iz küntüm e’dâen fe ellefe beyne kulûbiküm fe esbahtüm iz küntüm bi’nı’metihi ihvânâ, ve küntüm alâ şefa hufretin minennâri fe’kazeküm minhâ. Kezâlike yübeyyinullahü leküm âyâtihi le’alleküm tehtedûn.”
Ve hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve fırkalara ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; hani o zaman siz birbirinize düşman idiniz. (Sonra Allah) kalplerinizi uzlaştırdı da O’nun bu ni’meti ile artık kardeşler oldunuz. Siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size âyetlerini böyle beyan ediyor ki böylece hidayet’e eresiniz.
O büyük sevgi nasıl yerleşti sahâbenin içine? İşte onları sıfır noktasının çok daha altından alan ve ait oldukları yere yükselten şey, onların herbirindeki, kendilerinden başka herkesin, kendilerinden daha üstün olabileceğini Allahû Tealâ’nın indinde peşin olarak kabul etmeleriydi. Bunun arkasında tevazu vardır. Kişinin kendini tanıması…
Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Nefsini bilen Rabbini bilir.” diyor.
Öyleyse nefsimizin bize neler fısıldadığını, şeytanın tesiriyle neler yaptırabileceğini hiç unutmayalım! Nefsimiz şeytanla birlikte şu kâinattaki en büyük düşmanımızdır, onun içinde afetler olduğu sürece… Bir gün nefsimiz de ruhumuz kadar dost olacak, nefsimizin bütün afetlerini daimî zikirle yok ettiğimiz zaman. O zaman adabı sergileyeceğiz.
İşte, tevazu adabın ölçüsüdür, yakıtıdır, tevazu yoksa adap yoktur. Öyleyse mutlu olmak istiyor muyuz? Bunun arkasında insanlara saygı duymamız yatar. Onların da bizim gibi, Allahû Tealâ tarafından yaratıldığını, yaşamaya hakları olduklarını ve biz mutluluğu yaşamak istiyorsak onlara her açıdan yardım etmekle vazifeli olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalıyız.
Karşılıklı sevginin ve saygının yerini nefsin afetleri aldıkça, konu her zaman negatife dönecektir.
İnsanları düşünelim; nefsleriyle davranıyorlar. Bir toplumda bu varsa orada adap yoktur. Herkes başkalarını küçültmek, kendisini yüceltmek peşindedir. Bu, adap denilen müesseseyi sıfırlamak anlamına gelir. Öyleyse insanların böyle bir noktaya, fikir yapısı olarak ulaşabilmeleri, herşeyin dert edilmesi konusunda belki en sıkıntılı bir devrenin yaşanması demektir. İnsanlar düşünelim, herbirisi kendisinin başkalarından daha üstün olduğunu düşünüyor ve zannediyor. Davranışlarını da ona göre sergiliyorlar. O zaman bunlardan bir tanesi olduğumuzu düşünelim, etrafımızdaki herkes de bizim gibi düşünüyorsa, onlar da bizden daha üstün olduklarını ispat etmek isteyeceklerdir. Mânâsı… Her an çatışma halinde olacağız.
Adap mı?.. Sıfır!
Ama şimdi aksini düşünelim. Biz, Allah’ın bizi yarattığı mutluluk dizaynı içerisinde eğer mutluluğu başka insanlara hizmette ararsak, gerçek anlamda mutlu oluruz. O zaman adap kendi kendine yerine oturur. Öyleyse sahâbeye dikkatle bakalım. Bakınız Fussilet Suresinin 33, 34, 35. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ ne diyor:
Fussilet-33 : Ve men ahsenü kavlen mimmen de’â ilallahi ve amile sâlihan ve kaâle inneniy minelmüslimiyn.
Muhakkak ki “Ben Allah’a teslim oldum.” diyerek Allah’a çağırandan ve nefsi ıslâh edici ameller işleyenden daha güzel söz söyleyen kim vardır.
Fussilet-34 : Ve lâ testeviylhasenetü ve lesseyyieh, idfa’ billetiy hiye ahsenü feizelleziy beyneke ve beynehü adâvetün ke’ennehü veliyyün hamîym.
Hasenat (sevaplar) ile seyyiat (günahlar) eşit değildir. Sen yapılanı ahsen olan (davranışla) söndür (önle). O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişi muhakkak ki yakın dost olmuştur.
Fussilet-35 : Ve mâ yülakkaâhâ illelleziyne saberû, ve mâ yülakkaâhâ illâ zü hazzın azıym.
Bu haslete (kötülüğü iyilikle önleme hasletine) sadece sabır sahipleri ve en büyük hazza sahip olanlar ulaştırılır.
Kötülüğe iyilikle mukabele etmek yetkisi herkese verilmez. Onlar insanların bir kısmını oluşturur. Onlar hazz-ül azîmin sahipleridir. Biz de hepimiz kötülüğe iyilikle mukabele edelim ki, can düşmanımız can dostumuz olsun. İşte adabın özü burada.
Başlangıçta sahâbe nasıl başladılar? Hepsi kanlı katildi. Hepsi başka kabileden mutlaka bir veya birkaç kişiyi öldürmüştü, öteki kabiledekilerin de hepsi bunların kabilelerinden birkaç kişiyi mutlaka öldürmüştü. Öyleyse herkes katildi. Sıfırın çok altındaki bir hayattan, sıfırın en üstündeki noktaya ulaşmaları boşuna mı oldu? Onlarla beraber kâinatın en büyük kişisi, Allah’ın yarattığı en büyük insan Peygamber Efendimiz (S.A.V) vardı. Allah O’nu tasarrufta tutuyordu.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) de başlangıçta bütün insanlar gibiydi. Yani dalâlette idi. Allahû Tealâ diyor ki;
Duha-7 : Ve vecedeke dâllen fehedâ.
(Allah) seni dâlalette buldu da, sonra hidayete erdirmedi mi?
Öyleyse O’nun da geçirdiği hayatta sıfırdan en yükseğe doğru, zirveye doğru bir gelişme olması söz konusudur. Başlangıçta Allahû Tealâ’nın söylediğine dikkat edelim: “Biz seni dalâlette bulup da hidayete erdirmedik mi?” Kime tâbî olmuş? Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in tâbî olduğu kişiyi, o bir melekti; Cebrail (A.S)
Ve Cebrail (A.S) O’na herşeyden evvel adabı öğretti. Niçin öğretti? Başkalarına öğretsin diye. Namaz kılmayı öğretti. Niçin öğretti? Başkalarına öğretsin diye.
Birinci gün Cebrail (A.S) imam oldu, bütün namazları başlangıç dakikasında kıldılar. Ertesi gün gene Cebrail (A.S) imam oldu, bütün namazları bitiş dakikasında kıldılar ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) hem öğle namazında, hem ikindi namazında bir şeye dikkatini çekti: “Neden, akşamın vaktine girmeden evvelki son yarım saatte kılmıyoruz ikindiyi?” dedi.
-Son yarım saat müstesnaydı, diyor Cebrail (A.S).
Öğle namazı konusunda da güneşin en dik olduğu noktası için aynı şeyi söyledi.
Sabah namazı güneşin doğuşundan sonra kılınmaması da böylece ortaya çıktı. Ama bu anlattıklarımız konunun detayları. Aslına bakalım. Asılda Cebrail (A.S)’ın bütün davranışları Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i adap sahasında yetiştirmek içindir. Hedefi ne? O sahâbeyi yetiştirecek, sahâbe de etrafa örnek olacak güzel davranışlarıyla…
Öyleyse MİHR VAKFI’nın muhterem mensupları, sevgili kardeşlerim, hepimiz şu kâinattaki yaşayan insanlar arasında en güzel davranış biçimlerini sergilemekle mükellefiz. Onu yaptığımız zaman ne kadar mutlu olduğumuzu göreceğiz. Onu yaptığımız zaman Allah’ın ülkesindeki hakikati yaşayacağız. Öyleyse hepimiz için söz konusu olan şey saadeti Allah’ın emrettiği biçim ve boyutta yaşamaktır. Ve bütün kapılar bizim için açık.
Adabın yerleşebilmesinin arkasındaki en büyük pay, sevginin payıdır. Eğer insanlardan nefret ediyorsak hiçbir zaman adabı yaşayamayız. İnsanları sevmeyi öğreneceğiz. Onları kendileriyle beraber yaşanmaya değer, Allah’ın indinde belki de bizden daha kıymetli olabilecek olan insanlar olarak düşüneceğiz. Allahû Tealâ diyor ki; “Başkalarına, onlara duyduğunuz kin sebebiyle sakın haksız davranışta bulunmayın. O kişinin sizden Allah’ın katında daha üstün olmadığını nereden biliyorsunuz?”
Bu düşünce tarzını kendi içimizde hamur haline getirelim, şekle sokalım, tatbik sahasına sokalım. Yapmamız lâzım gelen şey, başkalarına olan davranışlarımızda herbirinin bizim bir yardımımıza mutlaka ihtiyaç duyduğunu düşünelim. Onlara hizmet götürelim, onlara yardım edelim, hayatımızı bu istikamette kullanalım, harcayalım, en güzele ulaşmaya çalışalım. Herşeyin en güzel olacağı bir ortamda bizler en güzele ulaşabiliriz, adapla. Adap, bizim mutluluğumuzun kaynağı olmalıdır ve adaba riayet edersek, bilelim ki bu riayet mutlaka “sevgi” adlı bir müessesenin yardımıyla gerçekleşir.
Allahû Tealâ’dan bize bir sevgi çağlayanı akıyor, bu sevgiyi başkalarına ulaştırmaya çalışalım. Böylece adabı en güzel standartlarda gerçekleştireceğiz. O zaman herşey öylesine güzel olacak ki… Yaşamanın Allah’ın bir büyük ihsanı olduğunu o zaman hatırlayacağız, yerli yerine oturtacağız. Allah hepimizin mutlu olmasını istiyor. Ama mutlu olabilmek için başkalarına hizmet götürmek mecburiyetindeyiz. Bize verilen herşeyle başkalarını mutlu etmeye çalışmak mecburiyetindeyiz. Aslında bu mutluluk her ne kadar “mecburiyetindeyiz” diyorsak da bu, aynı zamanda bizim zevkimizi oluşturacaktır. Neden? Çünkü başkasına götürdüğümüz her hizmette biz o hizmete çalıştığımız sürece, hizmeti gerçekleştirmek üzere çalıştığımız sürece, biz onlardan daha fazla mutlu olacağız. Öyleyse mutluluğumuzun sebebi başkalarına hizmet götürmektir.
Allah razı olsun.