MUTLULUK SOHBETİ – SEVGİ ÇAĞLAYANI
Allah’ın en büyük emri sevmektir. Seviniz diyor. Sevmeyi öğrendiğimiz zaman, en çok sevdiğimizin Allah olduğunu göreceğiz.
Sevmek, Allah ile özdeş bir anlam taşır. Sevgi varsa, orada ruhumuz vardır. Ruhumuzun bir hasletidir sevgi, en büyük hasletidir. Ve sevgi varsa, ruhumuz varsa; orada Allah vardır. Öyleyse, etrafımızdaki insanları seviyorsak, bilelim ki Allah’ı da seviyoruz. Eğer etrafımızdaki insanlardan nefret ediyorsak, Allah’a olan sevgimiz az demektir.
Ne zaman ki çevremizdeki insanlara karşı, onlar bize nasıl davranırsa davransınlar, sempatiyle yaklaşıyorsak… Onlara karşı duyduğumuz sevgiyi hissediyorsak kalbimizde… Onlar bize kötü davranabilirler, yanlış yapabilirler; buna rağmen, o insanları sevebiliyor muyuz? işte o zaman biz Allah’ı seven ve Allah tarafından sevilen birisiyiz. Bu, sevginin dışa vuruşudur.
Onun için “Sevelim!” diyoruz. Allahû Tealâ sevmemizi istiyor, nefret etmemizi değil! Allah’ın yolunda sevgi vardır. Kinin, nefretin, düşmanlığın kalbimizden sökülüp atılması, Allah’ın temel emridir. İnsanların kalbinden kini, nefreti, buğzu aldığını söylüyor; aldığı seviyeye ulaşmış olan bir kişinin kalbinden, bunların hepsinin alındığını söylüyor Allahû Tealâ.
HERŞEY ÇOK MU GÜZEL, YOKSA BİZE Mİ ÖYLE GELİYOR? Ne diyorsunuz?…
Sizlerle beraber olmak doyulmaz bir zevk, bir güzellik. Bir sevgi çaglayanı Allahû Tealâ’dan Muhterem Efendimize ulaşıyor, Efendimiz‘dende hepimize ulaşıyor. Ve geri dönen de aynı şey… Hepimizden geri dönen, muhteşem bir olay… Bir sevgi çaglayanı… Bir güzellikler demeti… Öyle bir duygu ki; demeyin gitsin!
Herşey ama herşey, O’nun tarafından öyle güzel yaratılmış ki; nasıl hayran olmayız! Var olan herşey sadece O’nun yaratığı. Herşey!… Hepimiz netice itibariyle bir yaratığız. Yaratılışımızın o büyük sırrının temelinde yatan en büyük hakikat sevgidir. Allahû Tealâ bizi sevmiş, yaratmış. Kuvveden, düşünce platformundan hayata geçirmış bizi. Allah’ın indinde varız ve bizi seviyor.
Öyleyse yapmamız lâzım gelen ne? Daha çok sevmek ve Allahû Tealâ tarafından daha çok sevilmek. Allah’ı daha çok sevmek ve Allahû Tealâ tarafından daha çok sevilmek. İnsanları daha çok sevmek, onlar tarafından daha çok sevilmek.
İşte her şeyin böyle bir dizaynla, bizi muhteşem bir kubbenin altında, mutlu bir insan kılması… İşte bu, sevgimizin dışa taşması halidir. İç dünyamızdan fışkıran bir sevgi çaglayanı, bir sevgi deryası, bir sevgi nehri, başka insanları kucaklamalı. Sevmeliyiz, onlar için fedakârlıklar yapmalıyız. Onlar mutlu olsun diye her şeyi yapmalıyız.
Allahû Tealâ bizi insanların mutluluğuna memur ederse, onlar için yaşamaya başlarız. O zaman, o insanların mutluluğu için her şeyi yaparız. Yeter ki onlar mutlu olsunlar. Biliyor musunuz insanı asıl mutlu eden nesne, başkalarının bize karşı gözlerinde okunan sevgisidir? O sevgi, o gözlerdeki sevgi, hakikî sevgi mi degil mi; o gözlere bir baktığımız an derhal anlarız. işte, Allah’tan gelen bir sevgi halesi, o kişinin gözlerini gerçek sevgiyle doldurur.
Sevgi Allah’ın bir muhteşem ni’metidir. Sevgiyi geliştiren temel faktör, Allah’a karşı onun var olması. Allah’ı seveceğiz… Daha çok seveceğiz… Daha çok seveceğiz… Hoşlanmadan başlayan bir merdiven üzerınde; hoşlanmadan sevgiye, sevgiden aşka, aşktan hayranlığa yürüyeceğiz. Allah’a karşı, bunu duyarız. Sonunda duyacağımız şey, hayranlıktır. Küçüğün, büyüğe hayranlığı söz konusudur. Aşağıda olanın, yukarıda olana hayranlığı söz konusudur. Rütbesi küçük olanın, rütbesi büyük olana hayranlığı söz konusudur.
Hayranlıkta eşitlik yoktur. Öyleyse, Allah’a karşı son duyacağımız his, en üst noktada hayranlıktır. O’nun her şeyine hayran oluruz. Bize yaptığı, bizim üzerimizde vücuda getirdiği her şeyin, muhteşem bir dizayn olduğunu ve sadece bizi mutlu etmeye yönelik olduğunu yaşarız. Tek bir hedefi vardır; hepimizi ayrı ayrı mutlu kılmak… Ama dikkat edersek; bize ulaştıracağı her şeyi, bizim irademizle, bizim talebimiz üzerine ulaştırmak ister. Sebepleri O halkeder. Sebeplere sarılmak ve güzeli aramak…
Sevgi; o, bizim seçimimizdir. Sevmeyi, iç dünyamız istemelidir. Dikkat edelim! Sakın, sevgi ile arzuyu birbirıne karıştırmayalım. Sevgi, ruhumuzun hasletidir; ihtiras, nefsimizin afetidir. Arzunun şekilenmiş bir dizaynı… Dikkat edelim! Allah yolunda, geçerli olan ruhumuzun hasletleridir. Ruhumuzun hasletleri…
Muhakkak ki Allah’ı sevdiğimiz zaman, bütün perdelerin adım adım kalkacağını göreceğiz, yaşayacağız. Sevgimiz, zikrimize paralel bir seyir takip eder. Zikrimizin artışı, sevgimizin artışıdır. Zikrimizin artışı, Allah’a karşı duyduğumuz sevgiyi mutlaka arttıracak olan bir özelliği taşır. Bu ise Allah’tan yansıyarak, reflekte edilerek başka insanların üzerine dönüşür, onları da severiz.
Bir gün göreceğiz ki; bizi sevmeyenleri de sevmişiz. Bir gün göreceğiz ki; bizden nefret edenler de bizim sevgimizin içinde yer alır; onları da seveceğiz. Bu öyle bir dizayn ki; sevdikçe seviliriz.
Sevgi; bizden çevremize pozitif dalga boylarının yayılmasından oluşturur. Bu, Rabbanî bir olaydır. Nefret, bizden çevrenize negatif dalga boylarının yayılmasını oluşturur. Bu, zülmanî bir olaydır. İki olay arasında, büyük bir farklılık vardır. Birinde Allah, biz ve sevgi duyduğumuz kişi beraberdir. O kişi için de biz, Allah ve kendisi beraberdir. Sevgi duyduğu biziz; sevgi duyduğu Allah’tır. Sevgi varsa, orada ruh vardır. Ruh varsa, Allah da vardır. Ruhumuz, tamamen hasletlerden oluşur. Ne zaman ruhumuzla hareket edersek, mutlaka derecat kazanırız, mutlaka mutluluğu yaşarız.
Bırakalım yanlışlıklar başkalarının olsun! Bırakalım nefret edenler olsunlar onlar! Bırakalım bize kötülük yapmaya çalışsınlar! Ama, onların hiçbirisinin hedefe ulaşamadıklarını göreceğiz. Uzun devrede geriye kalan, bizden nefret edenlere de duyduğumuz, o sonsuz sevgidir.
Mutlu mu olmak istiyoruz? Sevelim! Fedakârlıktan çekinmeyelim! Sevgimiz, fedakârlığımızın ölçüsünü teşekkül ettirsin. Her davranışımız, başka insanlara bir nebze mutluluğu yaşatmak için olmalı. Her an onlar için olduğumuzu onlara ispat etmek, sadece sevginin var olduğu bir ortamda mümkündür. Onları sevebilirsek, onların mutlu olmasını sağlamak için her şeyi feda edebiliriz.
Hedefimiz, bizden mutluluğu bekleyen insanlara, o mutluluğu onların istediği dizaynda ulaştırmaktır. Seversek, bunu yapmak bize hiçbir zaman ağır gelmez. Her mutluluk ulaştırdığımız insanda, onların yaşadığı mutluluğu biz de yaşarsız.
Allahû Tealâ birleşik kaplar kanunuyla, muhteşem bir değerlendirme tablosu çiziyor. Ya bizden sevgi akar etrafa, ya da sevgisizlik… Bunun adı mutlaka nefret değildir. Sevgisizlik de degişmesi lâzım gelen bir müessesedir.İnsanlar vardır; onlara karşı başlangıçta sevgi duyamayız. Her davranışlarıyla, bizim onları sevmemizi, nefsanî davranışları sebebiyle engellerler. Ama bunlar bizi yıldırmamalı. Onları da sevmeliyiz.
Herşey gerçekten o kadar güzel mi? Buradan öyle görünüyor. Ne diyorsunuz? Bunca güzellik, insanların mutluluğu içinse, Allahû Tealâ bütün bu kâinatları biz insanlar için yaratmışsa… 6 tane âlem; 3 asıl, 3 suret… 3 asıl, 3 zıt âlem (karşıt âlem)… Oralarda da yaşayanlar var. Zahirî âlemde yaşayan, biz insanlarız. Gayp âleminde yaşayan, cinler. Emr âleminde yaşayan, ruhlar…
Herşey öylesine güzel ki! Sevebilirsek tabiî! Neden denemiyoruz? Hadi bugün; bugün gidelim bir kardeşimize, bizimle beraber olan; ama bir davranışıyla bizi üzen bir kardeşimize, kırgın olduğumuz bir kardeşimize gidelim, onu çok sevdiğimizi söyleyelim. O bize bir kötülük yapmış olsun; ama biz ondan af dileyelim. O bunun, ne kadar müstesna bir olay olduğunu yaşasın.
Allah bunu istiyor! Dostluk, sevgi… insanların birbirinden nefret etmesi değil, birbirlerini sevmesi… Bundan 14 asır evvel sahâbe böyle bir sevgi halesinde hayatlarını tamamladılar. Severek yaşadılar, severek öldüler. Onlar, Kitab’ın bütününe îmân ediyorlardı. Yani… Yani, ruhlarınıda, fizik vücutlarını da, nefslerıni de, iradelerıni de Allah’a teslim etmişlerdi. Sevgi boyutları giderek büyümüştü. Kitab’ın bütününe îmân ettikleri zaman, ona tâbî oldukları zaman, müstesna insanlar oldular. Sevginin en üst boyutta yaşattığı insanlar oldular. İşte asr-ı saadeti onlar yaşadılar.
Bizler de yeni bir asr-ı saadet yaşayacağız. Hidayet çağının bizi ulaştıracağı yer odur. Her kesimde biraz daha artan bir sevgi ve sevginin etrafında oluşan biraz daha büyümüş bir mutluluk. Mutluluk mu? Mutluluğun yolu, Allah’tan geçer. Allah’ın yolu, sevgiden…
Hepinizi çok ama çok seviyoruz. Bu sevgi, Efendimizden direkt olarak bize ulaşmaz. Sevgi, Allah’tan geçerek bize ulaşır. Efendimizin sevgisi, bizlere Allah’tan ulaşır. Öyleyse, bizden Efendimize dönen sevgi de gene direkt olarak Efendimize gelmez, Allah’tan dolaşarak gelir, güç kazanarak gelir. Bu, Allah’ın dostlarının sevgisidir.
Sevgi mi diyoruz adına? Allah’ı sevenlerin birbirine karşı duyduğu sevgi, pekiştirilmiş bir sevgidir. Allah’ın bizlere en’am buyurduğu, ni’met olarak verdiği bir Allah sevgisi, hidayet sevgisi ve Allah’tan dolaşarak iki tarafa ulaşan bir sevgi…
Öyleyse farklı bir toplum olduğumuzu, Allah’ın sevgisine lâyık bir toplum olduğumuzu hiç unutmayalım. Allah’ın sevgisi daima, bizlerle birlikte olacaktır. Bizim sevgimiz arttıkça, etrafımızdaki insanlara karşı ve Allah’a karşı; Allah’ın sevgisi de bize karşı kat kat artacaktır. Bizimkinin çok katı!
İşte, mutluluk dediğimiz şey, cemaat halinde yaşamak üzere yaratılmış olan insanların, toplumda yaşarken birbirleriyle olan, sevgiye dayalı uyuşma halidir.
Birbirinin karşısında olmayan, birbirinin yanında olan, bir kardeşinin yanlış yaptığını gördüğü zaman, onun yanlışını düzeltmek üzere ondan yana çıkan insanların dünyası…
“Bir kardeşimiz yanlış yaptığı zaman, ona söylememiz mi lâzım, söylemememiz mi lâzım?” Her ifade anlayanın anlama kapasitesi ile sınırlıdır, muhatabın anlama kapasitesi ile sınırlıdır.
İki alternatif var: Birisi; hata yapanın hatasını söylememek ve saklamak. Faydası: Eğer hatayı çirkin bir tarzda söylerseniz, o kişiyi üzme tehlikesini bertaraf eder. Peki, negatif cephesi: O kardeşimiz o hatayı yapmaktan onu men edecek bir işaret almadığı için, hatayı yapmaya devam eder.
Peki 2. alternatif: Söylemek. Hatayı yapmaya devam etmemesi için söylemek mecburiyetindeyiz. Şimdi burada olaya dikkatle bakalım! Bu konuda uyarma görevimizi yaparken, yanlışlığın içine düşmemeliyiz. Kardeşimizden yana olmalıyız. Hatayı yapan kardeşimizin o hatayı bizimle beraber elele göğüslemesini, o hatanın üstesinden gelmesini temin edecek bir yardımı ona verecek yerde; onun bilmediğini kendimizin bu konuda bilgili olduğunu îma ederek, o kardeşimizi belki farkına bile varmadan küçültebiliriz.
Nefsimizin ve şeytanın bir tuzağı bizi orada yakalıyor. Onun için çok dikkat etmeliyiz davranışlarımıza! Evet hata yapan bir kardeşimize, hatasının ne olduğunu söylemek; geçerli olan, gerekli olan budur. Budur, ama nasıl söylemek?…
Karşımızdakinden yana olmak ne demek, kendinizden yana olmak ne demek? Nefs; kibir adlı, gurur adlı bir duygunun sahibidir, bir hissin sahibidir, bir afetin sahibidir ve üstün olmak ister. Yetmez! Üstünlüğünün başkaları tarafından da kabul edilmesini ister ve bunun için çok şeyler yapar. İşte bir kardeşimiz bir yanlış yaptığı zaman, biz de doğruyu biliyorsak, bunu o kardeşimize öyle bir tonla söyleriz ki, kaş yapayım derken göz çıkartabiliriz.
Karşımızdakinden yana olmak, ona hatasının düzelmesi konusunda destek olmak, omuz vermek, o hatanın yeniden yapılmamasını temin etmek üzere onu teçhiz etmektir. Kardeşlerimizi sevmeliyiz! Eğer seviyorsak, zaten onu üzecek olan bir davranış biçimi sergilememiz, normal standartlarda söz konusu olmaması lâzım. Ama sevgi eksikliği, bizi o hedefe giderken bir yanlışa ulaştırabilir. Kardeşimizin hatasını ona söylerken, genel olarak karşı çıkarak söylemiş olabiliriz. Yani “Bu senin yaptığın yanlış, öyle yapmaman lâzım, böyle yapman lâzım.” işte…
Bir kardeşimiz bize kırıcı bir şey söyledi. Aslında bizi sevdiğini zannediyorduk arkadaşımızın. Ama o kırıcı sözü söyledikten sonra ona gücendik. Yapabileceğimiz büyük yanlışlıklardan birisi bu: Gücenmek.
Onun yerine kardeşimizin o kırıcı sözü bize söylemesinin arkasında acaba bizim bir hatamız yatıyor mu? Yoksa, hatamız yoksa, o mu bize öyle söyledi? Nasıl karşımızdakinden yana olacağız? Arkadaşlarımızdan bir tanesi, bize bizi kıracak olan bir şey söyledi. Nasıl ondan yana olacağız?
İki tane alternatifimiz var: Birıncisi; kızmak, öfkelenmek, ona sert bir cevap vermek veya küsmek. Bu, negatif cephede bir olay vücuda getirmek. Ya ikinci yapacağımız şey ne olacak? Diyeceğiz ki ona: “Bana böyle söylüyorsun. Muhakkak ki ben bunu hakettim. Lütfen bana hatamı söyler misin, Allah’ın huzurunda senden af dileyeyim?”
Bunu söylediğimiz zaman, o bizi kıracak sözü söyleyen, o davranışta bulunan kardeşimiz bunda devam etmez, edemez. Karşısındakinin samimi olduğunu ve karşısındaki kişinin kendi nefsinin kurbanı olmadığını farkeder. Nefsi ona hâkim olsaydı, o kendisine daha ağır bir söz söyleyecekti, anlaşmazlık devam edecekti, belki kavgaya dönüşecekti, kalp kırmalar husule gelecekti. Ama öyle olmadı. O kişi, hiçbir hatası olmadığı halde, kendisi ona sert davrandığı halde, arkadaşı ona en güzel şekilde davrandı ve hatasını sordu ki; Allah’ın karşısında af dilemek istiyor, hüsnü niyet sahibi olduğu kesin.
O zaman bize karşı sert davranmış olan o kardeşimiz, bundan pozitif olarak etkilenecektir. O bize sataştığı halde, yanlış bir söz söyleyip bizi üzdüğü, bize karşı haksız bir davranışta bulunduğu halde, biz ondan af dilemek nezaketini göstermişiz. Bu, onun doğruyu öğrenmesi için, yeterli bir güzel davranıştır.
Ne yaptık o zaman? O kardeşimizi, o yanlış davranışı konusunda ikaz ettik. Ama ona demedik ki: “Senin bu yaptığın tasavvufa sığar mı? Sen tasavvufu bilmeyen birisin, nefsinin esirisin. Ne biçim insansın be! Böyle mi davranılır?” vesaire, vesaire…
Bunları söylemedik. Ona dedik ki: “Sen bana bunu söylediğine göre, ben mutlaka bunu hakettim ve ben senden mutlak olarak af dilemek istiyorum. Allahû Tealâ’nın huzurunda sana ne zaman, hangi hatayı yaptıysam, o konuda senden af diliyorum. Dilersen bana söyle. Eğer söylemek istemiyorsan o da olabilir, söylemezsin de. Söylememen de beni kırmaz. Ben senden şu anda, sana karşı yaptığım hata her neyse, o hata konusunda af diliyorum.” Bu, hatayı bilmeyen bir kardeşimizin davranış biçimi…
Eğer hatasını biliyorsa, o hataya karşı bu davranışa muhatap olmuşsa, olay bellidir. O zaman, bu kardeşimizin yapması gereken şey; “Sen bunu bana nasıl söylersin? Sen bu sözle bana hakaret ediyorsun.” falan demek yerine: “Ben bu sözü hakettim. Çünkü ben sana şöyle, şöyle, şöyle söylemiştim ve bu haksız bir davranıştı. O zamandan beri, senden af dilemek için, bir fırsat kolluyordum. Sen bugün bana bu sözü söylemekle bu imkânı verdin.”
“Ben bugüne kadar senden af dilememekle büyük bir hata içerisindeyim. Sana karşı o davranışım yanlıştı. İşte şimdi, o davranışımı düzeltmek için, Allah senden razı olsun ki, beni bu sözlerinle ikaz etmiş oldun. Yanlışım senin tarafından bana hatırlatılmadı. Bu sözün bana yanlışımı hatırlatmak için değildi, biliyorum kesinlikle. Ama öyle olmasa da, senin bana karşı yaptığın bu davranışa ben şu anda, kesin olarak biliyorum ki sebep olan benim, benim sana karşı yaptığım falanca yanlış davranış. Acaba sana karşı daha evvel veya o davranışımdan sonra yaptığım başka yanlışlar da var mı? Hepsi için ayrı ayrı senden af dilemek istiyorum. Çünkü ben sana karşı haksız bir davranışta bulunduysam, ben Allah’ın emrettiğinin tamamen tersini yapmış birisiyim o olayda ve Allah’ın huzurunda senden af dilemedikçe, kendimi ben affedemem her şeyden evvel.”
İşte bir çirkin davranışı bir güzel davranışa çevirmek ve barışmak, sulh ve sukûn içinde birbirimizi kucaklamak… Bunun arkasında ruhumuzun sevgi hasleti vardır. Herşey o kadar güzel ki!
Allahû Tealâ’nın emrettiklerine baktığımız zaman, şeytanın emrettikleriyle ne kadar ters olduğunu görürüz. Ne diyordu Allahû Tealâ: “şeytanın adımlarına tâbî olmayın. Kim şeytanın adımlarına tâbî olursa, onlar münker ve fuhuşla emredilirler.”
İşte, iki kaynaktan gelen emir. Şeytan, münker, Allah’ın yasak ettiği fiilleri işlemeye davet eder kişiyi, Allah’ın inkârını kişinin kalbine yerleştirmeye çalışır. Şeytanın bütün gayesi, insanları kendisine tâbî kılmaktır. Kur’ân-ı Kerim bunu açık bir şekilde ifade ediyor. Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesi:
34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).
Şeytan, insanlar üzerindeki vaadini yerine getirdi. Mü’minlerden ibaret bir tek fırka hariç hepsi, iblise tâbî oldular.
73 fırkadan 72’sini iblis, kendisine tâbî kılacak. Onun için bizler mutlu insanlarız. Bizler, Allah’ın kullarıyız. O’nun birer yaratığı olmanın, mahlûku olmanın bilinci içerisinde, Sahibimiz olan Allah’a hürmetle, tazimle ibadet ederiz. O’nu kendimizden çok daha fazla severiz. Hürmetin en yüksek derecesi O’nadır ve O bizleri sever.
Allahû Tealâ bizleri, bu camiayı en çok seviyor. Kalbimize bu sevgiyi dolduran, o sevgi halesiyle bizi kucaklayan, sevgisiyle bizi kucaklayan, O’nun sevgisi tarafından kucaklanan bizleriz. Herşey o kadar güzel ki! O Allah, bizi yaratan, Yaratanımız, Sahibimiz, Her şeyimiz. Ve bizleri seviyor, en çok seviyor!
Öyleyse daha ne isteriz? Bu yaşadığımız devirde, O’nun en çok sevdikleriyiz. Hidayet çagının ilk müntesiplerı, hidayet çağına kendisini adamış olanlar… Hidayeti; yani bütün mukaddes kitapların temelini onlara anlatmakla ve onları mutluluğa ulaştırmakla vazifeliyiz. İşte bu devirde, Kur’ân’ı unutan insanların unuttukları temel faktör olan hidayeti, onlara söylemekle vazifeliyiz. Herşey o kadar güzel ki! O’nun bayrağı altında, O’nun sevgisi altında, O’nun gösterdiği nurlu yolda hep beraber adım adım geleceğe yürümek, sadece nur saçmak…
Herkesin kalbine Allah’ın nurunun ulaşması için, Allah’ın Kur’ân’daki temel dizaynını, unutulmuş olan Kur’ân’ın temelini onlara anlatmak. Bu dünyada yüzlerce üniversite var, dîn konusunda da dersler veren… Ama müfredat programlarına baktığımız zaman korkunç bir gerçekle karşılaşıyoruz. Müfredat programlarında hidayet yok!
Kur’ân’ın ruhu olan hidayet, ruhun, vechin, nefsin, iradenin Allah’a tesliminden ibaret olan hidayet, 7 tane safhadan oluşan hidayet yok! Bilinmiyor ki öğretilsin. Asırlar evvel hidayetle insanlar arasındaki ip kopmuş. Asırlar evvel insanlar Kur’ân’dan ögrenmeyi bir kenara bırakmışlar. Hep onlara aynı telkin yapılmış. Demişler ki: “Sen Kur’ân’dan anlamazsın. Anlayanların yazdığı kitaplar işte burada; bu kitapları oku. Birisi öldüğü zaman, Kur’ân’daki Yasin Suresini oku. Bunun için rahat rahat Kur’ân’ı kullanabilirsin.”
Ruhun, vechin, nefsin ve iradenin Allah’a teslimi. Hiç bir üniversitenin müfredat programında yok.”
Böyle bir dizayna dikkatle bakalım! Her şeyin en güzelini ögretmekle vazifeliyiz. O en güzel, insanları iç dünyalarında; dış dünyalarında (yani başka insanlarla olan ilişkilerinde); Allah ile olan ilişkilerinde, bu ilişkinin üçüncüsünde, hem emirler cephesinde hem yasaklar (nehiyler) cephesinde mutlu kılacak olan bir sonucu içeriyor. Allah’ın emrettiği biçimde dizayn edilecek olan bir dünya hayatı, bizi tahayyül edemeyeceğimiz bir mutluluğa ulaştırır. Îmânımız geliştikçe mutluluğumuz gelişir.
Saadetin yaşanmasındaki en büyük faktör, îmândır. Allah’ın bize ne kadar yardım edeceğine îmân edebilirsek, o seviyede yardım alırız.
Şeytanın bütün gayreti, bizi Allahû Tealâ’dan alabileceğimiz yardımın üst seviye bir îmâna ulaşarak bizim tarafımızdan temin edilmesine engel olmaktır. Bütün gayretiyle îmânımızı sarsmaya çalışır. Kanunu biliyor. Ne kadar îmân edersek, Allah’tan onun karşılığını alırız. Yani Allahû Tealâ’nın bize hangi seviyede yardım edeceğine îmân edersek, inanırsak, Allah’tan da o kadar yardım alırız. Bunu aşmaksa, iblisin telkinleri sebebiyle kolay bir şey değildir.
Buraya dikkatle bakalım! Allahû Tealâ’nın tevekkül dediği şey, bizim Allah’ın yardımına dayalı olan düşünce sistemimizdir. Allah’ın yardımının bize hangi seviyede geleceğine îmân ediyorsak, Allah’tan o seviyede bir yardım alırız, daha fazla değil. İşte neye inanırsak, o kadarı bize gelir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in nasıl bir îmânın sahibi olduğunu biliyor musunuz sevgili kardeşlerim? O’na: “Şu Ay’ı ikiye ayırırsan, o zaman sana biz tâbî oluruz.” diyenlere, Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Ben Ay’ı ikiye ayıramam. Ama Benim Rabbim ayırabilir. Benim görevim O’na ulaşıp, bunu talep etmektir. Ama ya Benim Sahibim Ay’ı ikiye ayırırsa, o zaman gerçekten Bana tâbî olacak mısınız, bu kesin bir işaret olduğuna göre?”
Dediler ki: “Evet, tâbî olacağız.” Ve Peygamber Efendimiz (S.A.V), o îmânın sahibi idi ki: “Allah Ay’ı ikiye ayıracaktır.” Resûl’ünün bu îmâna sahip olduğunu görüyor Allahû Tealâ. İşte o îmân müessesesi ve onun üzerine Allahû Tealâ Ay’ı ikiye ayırıyor. Sonra mı? Sonra o insanların hiçbirisi tâbî olmuyor: “Bu bir sihirdir!” diyorlar, çıkıyorlar işin içinden.
Biz şimdi düşünebilir miyiz? Bulunduğumuz yerden Allahû Tealâ bizi yerçekimine rağmen yukarıya doğru fizik vücudumuzu kaldırabilir mi? Kaldırmaz diye düşünürüz. Böyle bir şey yerçekimi kanununa aykırı. Ama inanabilirsek ki, Allahû Tealâ bizi dilerse, biz O’na inanabilirsek, bizi bulunduğumuz yerde fizik olarak tavana kadar kaldırır. Tavana kadar mı? Hayır! Kendisine kadar! Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in îmânı öyle bir îmândı ki:
“Ben fizik vücudumla Allahû Tealâ’nın Zatı’na ulaşabilirim. Rabbim bunu isterse mutlaka Beni ulaştırır. Ben bu inancın sahibi olmalıyım.” diyen Peygamber Efendimiz (S.A.V) o inancın sahibiydi. Ruh olarak değil, fizik vücut olarak Allahû Tealâ’nın huzuruna Allah’ın Kendisini çıkaracağından emindi! O inancı, Allah’ın O’nu oraya çıkarması için yeterli sebepti. Ve Allah’ın huzuruna çıkıp da oradan geri dönen tek peygamberdir. Hazreti İsa da Allah’ın huzuruna çıkmıştır; ama orada kalmıştır. Hazreti Üzeyir de Allah’ın huzuruna çıkmıştır, fizik vücuduyla da gitse; ama orada kalmıştır. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V) çıkmış ve geri inmiştir.
Sevgimizin dayalı olduğu şeyin adı îmândır. Öyle bir îmâna sahip olmalıyız ki; Allah’ın bizim için, inandığımız her şeyi gerçekleştireceğinden emin olmalıyız. Ve Allahû Tealâ’dan îmânımızı genişletmesi için, her zaman yardım istemeliyiz. İşte o, Allah’ın bizim için yapacağına îmân duyduğumuz herşey, bizim Allah’a karşı tevekkülümüzdür. Onu, O’nun gerçekleştireceğine dair duyduğumuz güveni ifade eder.
Allah bizleri çok seviyor. O kadar çok seviyor ki; her güzel şeyi bizim için vücuda getirmeye hazır. Yeter ki biz, onun Allahû Tealâ tarafından, bizim için gerçekleştirileceğine îmân edelim. Kim o ruhlarını Allah’a ulaştıranlar? Ruhlarını Allah’a ulaştıracaklarından emin olanlar. Allahû Tealâ huşû sahiplerinin tarifini veriyor:
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
O (huşû sahiplerı) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarını ve (sonunda ölümle) mutlaka O’na döneceklerini bilirler. (Yakîn derecesinde inanırlar.)
Öylesine muhteşem bir şey ki Allah’ın dostu olmak şerefi. Allahû Tealâ’nın hepimizi, o istikamette Allah’a duyduğumuz büyük sevgiyle, o büyük sevginin oluşturduğu o büyük güvenle, büyük îmânla Allah’ın en yakın dostları yapması dileğiyle…
Allah razı olsun.