Kategori arşivi: HİDAYET

4-HİDAYET

HİDAYET

Bugün insanlara hidayetin ne olduğunu sorarsanız diyeceklerdir ki: “Hidayet doğru yoldur.” Böyle söyleyenlere yanılgılarını anlatabilmek için ikinci bir sual daha sormak lâzım: “Hidayete doğru yol diyorsunuz. Peki, Sıratı Mustakîm nedir?” Sıratı Mustakîm için de başka bir cevapları yok. Gene aynı şeyi söyleyecekler: “Sıratı Mustakîm de doğru yoldur.” Gerçekten sırat; yol demektir. Mustakîm de istikamet üzere olan demektir. Öyleyse istikamet üzere olan bir yoldan bahsediyoruz. İşte bu yol, Sıratı Mustakîm adını alır. İnsanın ruhunu, vücudundan ayrıldıktan sonra Allah’a ulaştıran yol. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

15/HİCR-41: Kâle hâzâ sırâtun aleyye mustekîm(mustekîmun).
Allahû Tealâ şöyle buyurdu: “İşte bu, Bana yönlendirilmiş (Bana ulaştıran) yoldur.”

Allahû Tealâ: “Bana istikametlenmiş yol.” diyor. “Bana istikametlenmiş yol.”, “Allah’a istikametlenmiş yol.”
Demek ki Kur’ân-ı Kerim’de bir kavram var. Sıratı Mustakîm kavramı ayrı bir kavram, hidayet kavramı ayrı bir kavram. Sıratı Mustakîm, gerçekten bir yol. Doğru yol mu? Evet, doğru bir yol. Ama doğru yol demek, konuyu sadece kargaşa haline getirmek mânâsına gelir. Çünkü doğru yol dediğimiz zaman, bir tarif vermiyoruz. Böylece hidayet müessesinin muhtevası kaybolduğu gibi Sıratı Mustakîm’in de muhtevası kayboluyor. Sıratı Mustakîm; “sırâtun aleyye mustekîm” kelimesiyle açık bir şekilde ifade edildiği gibi Allah’a ulaştıran yolun adıdır. Allahû Tealâ Nisa Suresinin 175. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

4/NİSÂ-175: Fe emmellezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).
Böylece Allah’a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah’a ulaştırmayı dileyenleri) ve O’na (Allah’a) sarılanları ise, (Allah) kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, kendisine ulaştıran “Sıratı Mustakîm”e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).

Sıratı Mustakîm’in ne olduğu, burada açık bir şekilde bir defa daha ifade edilmektedir; Allah’a ulaştıran bir yol. Sıratı Mustakîm; Allah’a ulaştıran yolun adıdır. Ama hidayet; Allah’a ulaşmaktır. Hidayet çağının en önemli kavramı artık hidayettir. Türkçemizde hidayet adıyla kullandığımız kelime, Arapça’da “hudâ” adıyla kullanılır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet (insan ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşması), (Allah’ın kendisine ulaştırması)s Allah’ın hidayetidir, size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.”. Yoksa onlar, Rabbinizin huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîmdir (en iyi bilendir).

“İnne: Muhakkak ki;
el hudâ: Hidayet,
hudallâhi: Allah’a hidayet olmaktır.”

Bakara Suresinin 120. âyet-i kerimesinde ise Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinitteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden (asla) razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (var ya) işte o, hidayettir.” Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların hevalarına uyarsan andolsun ki; Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur.

“İnne: Muhakak ki şüphesiz ki,
hudâllâhi: Allah’a ulaşmak, Allah’a vasıl olmak,
huve: İşte o,
hudâ: Hidayettir.”

Allahû Tealâ burada açık bir şekilde hidayetin Allah’a ulaşmak olduğunu ifade etmektedir. Birtakım insanlar, hidayeti menfezinden (takip ettikleri yoldan) çıkarmışlar. “İnsan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması diye bir şey olamaz.” demişler. “Çünkü insana hayat veren ruhtur. Ruh vücuttan ayrıldığı zaman insan ölür.” demişler.
Ruh, vücuttan ayrıldığı zaman insan ölmez. İnsan öldüğü zaman, ruh vücuttan ayrılmak zorunda kalır. İkisi birbirinin tamamen zıttı iki olaydır. Herkesin bir yaşam süreci vardır. Bu yaşam, bir gün sona erecektir. Kişinin hayatı bir gün sona erecektir. Sona erdiğinde, ölüm olayı vücuda gelir. Ölümü vücuda getiren melekler, Azrail (A.S) ve onun etrafındaki yardımcılarıdır. Gelirler ve kontağı kapatırlar. O kişinin vücudundaki milyonlarca mitokondri, artık elektrik enerjisi üretemez hale gelir. Çünkü kontak kapatılmıştır. Enerji üretilemeyince, vücuttaki bütün fonksiyonlar elektrik enerjisi ile fonksiyonel halde oldukları için enerji tükendiğinde, artık fonksiyonlarını eda edemezler (görevlerini gerçekleştiremezler). İşte o zaman beyinden başlayan bir ölüm bütün vücuda yayılır. Kişi bir anda ölmez ve de neticede ölüm olayı vücuda gelir.
Ölüm; vücudun manyetik alanını kaybetmesi halidir. Vücudun (+) manyetik alanı ruhu, (–) manyetik alanı nefsi kendisine çeken bir özelliktedir. Bu özellik sebebiyle ruh ve nefs, fizik vücuda daima irtibatlı, bağlantılı durumda olurlar. Bu statüde ruha Allahû Tealâ bir yetki vermiştir. Dilediği an ruh vücuttan ayrılabilir ama bu ayrılması, Allah’a dönüşü gerçekleştirebilecek olan bir ayrılık değildir. Ruh vücuttan ayrılır; dilediği yere gider ama tekrar dönüp o fizik vücudumuza girmek zorundadır.
Ruhumuz vücudumuzdan ayrıldığında biz insanlar, onu hissedemeyiz. Ruh vücuttan ayrılır, dilediğini yapar, dilediği yere gider, tekrar döner. Hiçbir günahın işlenmesinde ruhun o günaha iştirak etmesi söz konusu değildir. Günahı, fizik vücudumuzla nefsimizin afetleri işlerler. Nefsin afetleri günaha yöneliktir. Öfke, kin, kıskançlık, haset, isyan, iptilâlar. Her birisi ayrı bir açıdan bizi Allah’ın yasaklarını işlemeye, Allah’ın emirlerini yerine getirmemeye yönlendirmeye çalışırlar. Böylece ya bir emrin çiğnenmesi ya da bir yasağın işlenmesi, bizi günah adı verilen bir müesseseye ulaştırır. Arkasında sadece nefsimiz vardır ve fizik vücudumuzun nefsimize uyarak bu hatayı işlemesi vardır.
Öyleyse nefsimiz (afetlerle mücehhez olan bu vücudumuz), Allah’ın emirlerini asla yerine getirmeyi istemez, yasak ettiği fiillerin de hepsini işlemek ister. Çünkü afetler bu hüviyette yaratılmıştır. Ruhumuz canı istediği an vücudumuzu terk eder; dilediği yere gider ve tekrar geri döner (vücuda tekrar girer). Ne vücudumuza girdiğini, ne vücudumuzdan çıktığını hissetmemiz söz konusu değildir. Günah işlediğimiz zaman, ruhumuz vücudumuzdan mutlak olarak ayrılır; günaha iştirak etmez. İşte böyle bir ortamda, tekrar Allahû Tealâ ruha o yetkiyi vermiştir. Allahû Tealâ Secde Suresinin 9. âyet-i kerimesinde ruh için şöyle buyurmaktadır:

32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.

Allahû Tealâ burada “efidet” diyor, fuadler. Görme, işitme ve idrak etme hassaları verilmiş insana. Ama ruh üfürülmüştür. İşte üfürülen bir ruhumuz, dizayn edilen (sevva edilen) nefsimiz, yaratılan (halk edilen) bir fizik vücudumuz vardır. Allahû Tealâ Âdem (A.S)’ı yaratmış, halk etmiştir. O’nun kaburga kemiğinden Hz. Havva’yı (Havva anamızı) yaratmış ve bütün insanlar onlardan türemişlerdir.
İşte hidayet, Allah’a ait olan; bizde bir emanet olan ruhumuzun bizden ayrılarak Allah’a geri dönmesi işleminin adıdır. Bilerek, isteyerek, insanoğlu Allah’a ruhunu ulaştırmayı Allah’tan talep ederek bunu gerçekleştirecektir. Allah’ın sözü vardır: Kim, Allah’a ulaşmayı yani hidayete ermeyi dilerse, o kişi mutlaka Allah’ın Zat’ına Allah tarafından ulaştırılır. İşte bunun adı hidayete ermektir.
Biz insanlar Allah’a ulaşmayı dilediğimiz anda hidayet üzereyiz. 3. basamakta insanoğlu Allah’a ulaşmayı diler. Veya dilemez; ömür boyunca 2. basamakta kalır, gideceği yer de cehennem olur. Ama dilerse, hidayet başlamıştır. Hidayetin başlangıç noktasındayız ama dalâletten kurtulduğumuz kesindir. Bir insanın dalâletten kurtulduğu nokta, Allah’a ulaşmayı dilediği noktadır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.

İşte 72 fırkaya ayrılan insanların herbir fırkasının içinde küçük bir grup vardır. Allah’a ulaşmayı dileyenlerin oluşturduğu küçük gruplar. İşte hidayet üzere olanlar onlardır. Allah’a ulaşmayı dileyen herkes artık dalâletten kurtulmuştur ve hidayet üzeredir. Hem de takva sahibi olmuştur. Ama Allahû Tealâ: “Dilemeyenler hidayette değildir.” diyor. Yunus Suresinin 45. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

10/YÛNUS-45: Ve yevme yahşuruhum keen lem yelbesû illâ sâaten minen nehâri yete ârefûne beynehum, kad hasirellezîne kezzebû bi likâillâhi ve mâ kânû muhtedîn(muhtedîne).
Ve o gün (Allahû Tealâ), gündüzden bir saatten başka kalmamışlar (bir saat kalmışlar) gibi onları toplayacak (haşredecek). Birbirlerini tanıyacaklar (aralarında tanışacaklar). Allah’a mülâki olmayı (Allah’a ölmeden önce ulaşmayı) yalanlayanlar, hüsrandadır (nefslerini hüsrana düşürdüler). Ve hidayete eren kimse(ler) olmadılar (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıramadılar).

Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse hidayette değildir. Dileseydi hidayet üzere olacaktı; hidayete ermiş olmayacaktı ama hidayet üzere olacaktı. Diledi kişi, diler dilemez hemen Allahû Tealâ’dan ona yardımlar yağmaya başlar ve bu kişi 14. basamakta mürşidine Allahû Tealâ tarafından ulaştırılır. 12 tane ihsanla o kişi mürşidine ulaşır:

O kişinin görmeyen gözleri açılmıştır.
İşitmeyen kulakları açılmıştır.
İdrak etmeyen kalbi açılmıştır.
Görme hassası açılmıştır.
İşitme hassası açılmıştır.
İdrak etme hassası açılmıştır.
Kalbe ihbat konulmuştur.
Allah, o kişinin kalbine ulaşmıştır.
Kalbini Allah’a çevirmiştir.
Göğsünden kalbine nur yolu açmıştır.

İşte hidayet ile ilgili bir âyet-i kerime, burada devreye giriyor.

6/EN’ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrehu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine pislik (azap, darlık, güçlük) verir.

11- O kişi zikir yaptığı zaman, Allah’ın katından gelen rahmetle fazl nurları, Allah’ın yardığı bu yarıktan geçerek kalbe ulaşırlar ama kalbin içine yalnız rahmet nuru sızabilir.
12- Bu sızıntı %2’yi bulduğu zaman kişi huşû sahibi olur. Hacet namazını kıldığında da mutlaka mürşidini (kişi kime ulaşacaksa) görür. Allahû Tealâ onu mürşidine ulaştırır.
Allahû Tealâ’dan o güne kadar 12 tane ihsan alan bu kişi, mürşidine tâbî olduğu o noktadan itibaren 7 tane de ni’met alacaktır. Bu ni’metler, hidayetin 2. bölümünün mükâfatıdır. Hidayetin 1. bölümü, Allah’a ulaşmayı dilemektir; 2. bölümü, mürşide ulaşmaktır.
Kişinin başının üzerine devrin imamının ruhu gelir. O kişinin ruhuna vücuttan ayrılıp Allah’a dönüşün, Allah’a mülâki olma gününün (yevm’et talâkın) geldiği emri verilir. Kim tarafından? Devrin imamının ruhu tarafından. Ruh vücuttan ayrılır. Devrin imamının ruhu, kişinin başının üzerine gelir yerleşir.

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hızbullâh(hızbullâhi), e lâ inne hızballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a ve âhiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?

Kişinin bütün günahları tâbiiyetle sevaba çevrilir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet gönderendir).

O kişinin fizik vücudu afetler karşında güçlenmeye başlar. Neden güçlenir? Çünkü o kişi nefs tezkiyesine başlar. Kalbine îmân yazılmıştır. O kişi zikir yapar. Zikir yapınca Allah’ın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurlarından fazıllar, nefsin kalbine ulaşır ve oradaki îmân kelimesinin çekim gücüne kapılarak kalbin duvarına yapışır. Bu, kalbin nurlar tarafından işgale başlamasının başlangıç noktasıdır. %2 rahmetten sonra artık o kalbe %98’e kadar ulaşacak olan fazıllar yerleşmeye başlar.
İşte bu olay olurken, kişinin mürşide ulaşıp tâbî olduğu anda ruh vücudu terk eder; Allah’a doğru bir yolculuk yapar. Ruhun vücudu terk etmesi, vuslata ulaşma konusundaki bir yeni başlangıçtır. Ruh, Allah’ın Zat’ına ulaşacak ve Allah’ın Zat’ında yok olacaktır. Vücuttan ayrılan ruh, devrin imamının dergâhına ulaşır. Oradan kafile halinde yukarıya doğru bir yükselme başlar. Nefsinin kalbindeki her %7 nur birikimi ile o kişinin ruhu, Allah’a doğru 1., 2., 3., 4., 5., 6. ve 7. gök katlarını birer birer aşacaktır. Her seferinde yeniden %7 nur birikiminin o kişinin kalbinde oluşması gerekir.
İşte böyle bir hususun gerçekleşebilmesi gördük ki; kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesiyle vücuda gelir. Mürşidine ulaştığı zaman o kişinin ruhu vücuttan ayrılır. Ulaşmazsa, ruhun vücuttan ayrılması mümkün değildir. Allah’a doğru yolculuğu da hidayeti ermesi de mümkün değildir. Allah’a ulaşmayı dileme yoksa hidayet yoktur, hidayet başlamamıştır. Hiç kimse kendi kendine ruhunu Allah’a ulaştıramaz. Mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemesi, mutlaka mürşidine ulaşması lâzımdır. Mürşidinin önünde geçen bir tâbiiyet merasiminden sonra, ruhunun vücuttan ayrılması ve Allah’a doğru yola çıkması söz konusudur.
Ruh yola çıktıktan sonra, nefsin kalbindeki fazılların her %7 artışına paralele olarak bir gök katı yükselmek suretiyle, diğer ruhlarla beraber 7. gök katına ulaşır. 7. gök katında 7 tane âlem aşar. En son zikir hücrelerine gelir. Zikir hücrelerinde kendisine düşen görevi yerine getirmek suretiyle Allah’ın Zat’ına ulaşabilecek olan bir noktaya gelir ve Sidretül Münteha’ya ulaşır. Burası İndi İlâhi’nin en yüksek noktasıdır. Oradan Allah’ın Zat’ına yükselir ve Allah’ın Zat’ında yok olur. Allah’ın Zat’ına yükselmesi, Allah’ın Zat’ına ulaşması ve Allah’ın Zat’ında, vechinde yok olması söz konusu olur. Allahû Tealâ Rad Suresinin 20, 21 ve 22. âyetlerinde diyor ki:

13/RA’D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).
Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.
13/RA’D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
13/RA’D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ rezaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedreûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).
Onlar, sabırla Rab’lerinin vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.

“Onlar Allah’ın ahdini yerine getirdiler ve misaklerini bozmadılar.”
Allah’ın ahdini yerine getirmek demek, o kişinin iradesini Allah’a teslim etmesi demektir. O kişinin iradesini Allah’a teslim etmesi, teslimlerin sonuncusudur. İradenin Allah’a verdiği misaki gerçekleştirmesidir.

  1. basamakta; ruh Allah’a ulaşır.
  2. basamakta teslim olur.
  3. basamakta fizik vücut Allah’a teslim olur.
  4. basamakta nefs teslim olur.
  5. basamakta kişi muhlis olur.
  6. basamağın 4. kademesinde irade de Allah’a teslim olur.

Hidayetler birbiri arkasından bir hidayet toplumu sonucuna ulaşılır. Birbiri arkasından hidayetler gerçekleşir; ruhun, vechin, nefsin ve iradenin hidayeti. Hepsinin birer birer Allah’a teslimi söz konusudur.
İşte Rad Suresinin 20, 21 ve 22. âyetlerindeki duruma bakıyoruz. Kişi böyle yaparak iradesini Allah’a teslim ederek, iradesini Allah’a verdiği misakini bozmamış oluyor; yerine getirmiş oluyor. Ama iradenin misakinin evvelinde ruhun misaki vardır. Ruh, Allahû Tealâ’ya o kişi hayattayken ulaşılacağına dair ezelde Allah’a misak vermiştir. İşte bu misak itibariyle Allahû Tealâ: “Onlar misaklerini bozmazlar.” ifadesinden sonra diyor ki: “Ve onlar Allah’ın Allah’a ulaşmasını emrettiği şeyi Allah’a ulaştırırlar.” Rad Suresinin 21. âyet-i kerimesi bunu söylüyor. Sonra da, “Onlar kötü hesaptan korkarlar ve Allah’ın emrini yerine getirirler. Onlar sabırla Allah’ın Zat’ını dileyenlerdir. Onlar kötü hesaptan korkarlar. Rab’lerine karşı huşû duyarlar.” diyor. Yani Allah’a ulaşmayı dileme huşûsu, ruhunu Allah’a ulaştırma huşûsu, daha sonra fizik vücudu, nefsi ve iradeyi Allah’a teslim etme huşûsu; hepsi birbirinin arkasından gelecektir. Herbiri ayrı bir hidayeti oluşturmak üzere.
İşte ne zaman bir insan bu istikamette bir gayretin sahibi ise, gayretin sahibi olduğu andan itibaren o kişi hidayet üzeredir. Ruhun Allah’a ulaşması 3. hidayeti ama 1. teslimi içerir. Ruh, 21. basamakta Allah’ın Zat’ına ulaşır. Allahû Tealâ Şura Suresinin 13. âyet-i kerimesinde şunu söylüyor:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).

İşte Allah’a ulaşmayı dileyen insanların bir gün Allah’ın Zat’ına ulaşmaları söz konusu olur. İşte böyle bir olgunun gerçekleşmesi, o kişi için Allah’ın bir lütfudur.
Bir insanın ruhunu Allah’a ulaşmasına kadar geçecek zaman aralığında, Allahû Tealâ o kişiye yardım etmeyi garanti etmiştir. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse (hidayete ermeyi dilerse), Allah onun ruhunu Kendisine ulaştırmaya ve onu hidayete erdirmeye garanti verir. Eğer Allah ona 6-7 aylık bir ömür vermişse, mutlak olarak Kendisine ulaştırır. Vermemişse, kişinin hayatını ne kadar devam ederse oraya kadar yürür. Ama bu kişi gene Allah’a ulaşmayı dilediği an, zaten cenneti hak etmiştir. Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin gideceği yer 1. kat cennettir ama mürşide ulaşan, 2. kat cennetin, ruhunu Allah’a hayatta iken ulaştıran kişi, 3. kat cennetin sahibi kılınır.
İşte Allahû Tealâ’nın hidayet adı verilen bir mekanizması vardır. Hidayeti kişinin talebi üzere gerçekleşir. Kişi sadece Allah’a ulaşmayı dilediği taktirde hidayet üzere olur. Çağımız hidayet çağıdır.
Bu muhtevada Allahû Tealâ’nın dizaynı, hidayeti mutlak olarak emretmek şeklindedir. Allahû Tealâ herkesin hidayete ermesini mutlak olarak üzerlerine farz kılmıştır. Herkesin hidayete ermesi, Allah’ın temel emridir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.

89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!

51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.

73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi’ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.

Fecr-28’deki “İrciî ilâ rabbiki” emri, “Rabbine geri dön.”dür. Bu emir, Allahû Tealâ tarafından ruha verilen bir emirdir. Ruhun Allah’a geri dönmesi emrediliyor. Ne nefsin ne fizik vücudun Allah’a ulaşması asla söz konusu değildir. Allah’a ulaşacak olan sadece ruhumuzdur. Allah ruhundan üfürmüş, bize bir emanet bırakmış ve emanetini geri istiyor.
İşte hidayet; Allah’a ulaşmayı dilemekten başlayan ve Allah’a ruhun, vechin, nefsin ve iradenin teslimi ile devam eden bir silsile içinde, 28 basamakta tamamlanan bir bütündür. 4 tane hidayeti de Allahû Tealâ üzerimize farz kılmıştır.

Ruhumuzu Allah’a teslim ederiz; 22. basamaktayız.
Fizik vücudumuzu Allah’a teslim ederiz; 2. teslim, 2. hidayet; 25. basamaktayız.
Nefsimizi daimî zikre ulaşarak Allah’a teslim ederiz; 26. basamaktayız.
İrademizi Allah’a teslim ederiz; 28. basamağın 4. kademesindeyiz.

Böylece bütün teslimler ve hidayet de tamamlanır. Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe hidayetin bütününe ulaştılar, irşad makamına tayin edildiler. Tövbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi bunu ifade etmektedir:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah’a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke’den Medine’ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine’deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

“O sabikûn-el evvelîn var ya, onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi, bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı.”

İster ensar olsun (Medine’deki yardımcılar), ister muhacirîn (Medine’den göç edenler) ikisine de mutlak olarak tâbî olunmuş ve hepsi irşad makamının sahibi olmuşlardır. Hidayetin bütününü gerçekleştirmişlerdir. Allah razı olsun.