Kategori arşivi: HİDAYET

5-İKİ HİDAYET AYETİ

İKİ HİDAYET ÂYETİ

Âli İmrân Suresinin 73. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor:

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz’in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm’dir (en iyi bilendir).

“innel hudâ hudallâhi: Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır.”
“inne: Muhakkak ki
el hudâ: Hidayet
hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.”

Bakara Suresinin 120. âyet-i kerimesinde ise Allahû Tealâ buyuruyor ki:

2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve lân nasârâ hattâ tettebia milletehum, kul inne hudâllâhi huvel hudâ, ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.” . Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.

“kul inne hudâllâhi huvel hudâ: Muhakkak ki Allah’a ulaşmak, işte o hidayettir.”
“kul: De ki
inne: Muhakkak ki
hudâllâhi: Allah’a ulaşmak
huve: İşte o
el hudâ: Hidayettir.”

Kur’ân-ı Kerim’de hidayet dediğimiz muhteva, insan ruhunun Allah’a ulaşmasıyla başlar. Ruh vücuttan ayrılır. Allah’a ulaşır. Allah’ın Zat’ında yok olur. İşte bu (ruhun Allah’a ulaşması), o kişinin hidayete ermesidir.

Burada teslimlerle hidayet arasında çok yakın bir ilişkinin varlığı ortaya çıkıyor. Ruh Allah’a teslim olur. Fizik vücut Allah’a teslim olur. Nefs Allah’a teslim olur. İrade Allah’a teslim olur. Böylece ruhun hidayeti, vechin yani fizik vücudun hidayeti, nefsin hidayeti ve iradenin hidayeti vücuda gelir. Öyleyse hidayet, ulaşmak anlamında bir kelimedir. Ama aynı zamanda bir olgunluk makamını da muhtevasına almıştır.
Ruhun teslimiyle bir kişinin ruhu Allah’ın Zat’ına ulaşıyor. Allahû Tealâ: “De ki; hidayet Allah’a ulaşmaktır.” diyor. Ama neyin Allah’a ulaşmasıdır? Biz mi ulaşıyoruz? Fizik vücudumuz mu? Nefsimiz mi? Hayır. Fizik vücudumuz da değil, nefsimiz de değil. Ama Allah’ın bize üfürdüğü ruh, Allah’a geri dönecektir. Her hâlükârda mutlaka geri döner. Ne demek istiyoruz?
Biz insanlar Allahû Tealâ’nın emrettiği “İrciî ilâ rabbiki: Rabbine rücû et (geri dön)!” emrine itaat ederiz ve Rabbimizden bize üfürülen ruhu, onun gerçek sahibi olan Allah’a iade ederiz (tevdî ederiz, O’na ulaştırırız). O’na ait olan, O’nun üfürdüğü ruh, sahibine geri döner.
Allahû Tealâ mutlaka ruhumuzun bu dünya hayatını yaşarken Allahû Tealâ’ya geri dönüp ulaşmasını emrediyor. İnsanlar doğdukları zaman Allahû Tealâ o kişinin burnundan üfürerek o kişinin içine ruhunun ulaşmasını sağlıyor. Bu ruh, derhal fizik vücudun şeklini aynen alır. Kalıp, fizik vücuttur. Ama ruh mutlaka onun şeklini alacaktır. Nefs de mutlaka onun şeklini alacaktır.
Bir bedende üç tane vücut oluşacaktır: Nefsimiz, ruhumuz ve fizik vücudumuz. Üçünün de görüntüsü birbirinin aynısıdır. Ama ruhumuz, emr âleminin varlığıdır. Allah’tan gelmiştir. Allah üfürmüştür. Doğduğumuz an Allah burnumuzdan ruhumuzu vücudumuza üfürmüş ve ruhumuz, vücudumuzun şeklini almıştır. Büyüdükçe, o da kendisine ait olan zemin büyüdükçe ruh o zemini bütünüyle doldurmaya devam edecektir. Fizik vücudun görüntüsü nasılsa ruhun da görüntüsü, bir ömür boyu aynı görüntü olacaktır.
Bir nefsimiz var. Allahû Tealâ nefsimizi afetlerle donatmış. Öfke, kin, kıskançlık, haset, isyan, iptilalar vs… Afetlerden oluşan bir vücut. O da nefs. Nefsanî davranışlar dediğiniz zaman; nefsin afetlerine dayalı olan davranışlar yani başkalarına zarar veren davranışlar, daha geniş bir ifadeyle Allah’ın yasak ettiği fiilleri işleyen davranışlar veya emrettiği standartları gerçekleştirmeyen davranışlardır. Meselâ günde 5 vakit farz namaz söz konusudur: Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı. Sabahla öğlen arasında kuşluk sünneti, yatsıyla sabah namazı arasında da teheccüd namazı, bu 5 vakit namazı 7’ye çıkarır. Başkaları 5 vakit namaz kılarlar ama biz tasavvufu yaşayanlar, bizler 7 vakit namaz kılarız. Her namazda namazın bir haz, bir büyük mutluluk olduğunu yaşarız. Namaz kılarken Allah’ı düşünürüz.
Gerçekten namazı Allah’ın emrettiği standartlarda kılmak bir ayrıcalıktır. Bu ise nefsinizin tezkiyesine ve tasfiyesine bağlanır. Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi, eğer Allah’a ulaşmayı gerçekten dilemişse, Allahû Tealâ o kişinin 7-8 aylık bir ömrü varsa o kişinin ruhunu mutlaka Kendisine ulaştıracaktır. Böyle bir dizaynda kişinin ruhu Allah’a ulaşıncaya kadar bir şeyler yapmamız gerekecektir. Önce Allah’a ulaşmayı dileyeceğiz. Bu dilek yoksa ruhumuzun biz dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşması hiçbir şekilde mümkün olmaz. Herkes bunu mutlaka dilemek mecburiyetindedir. Çünkü Allahû Tealâ tarafından üzerimize farz kılınmıştır.

Ruhumuzun Allah’a teslimi üzerimize farzdır.
Fizik vücudumuzun Allah’a teslimi üzerimize farzdır.
Nefsimizin Allah’a teslimi yine üzerimize farzdır.
İrademizin Allah’a teslimi de farzdır.

Öyleyse birtakım teslimlerin ardarda gelmesi söz konusudur. İşte bu hedeflere bizi ulaştıracak olan ilk adım, bir dilektir. Bir insanın ruhunu Allah’a ulaştırmayı dilemesidir. Böyle bir dilek olmadıkça hiç kimsenin ruhu vücudundan ayrılıp Allah’a, o kişi dünya hayatını yaşarken ulaşamaz. Ama bir insan öldüğü zaman Azrail (A.S) ve O’nun emrindekiler gelip o kişinin fizik vücudundan ruhunu alırlar ve Allah’a ulaştırırlar. Bu, ölümle Allah’a geri dönüştür. Herkesin ruhu Allah’a, bu ölüm melekleri vasıtasıyla ayrı ayrı ulaştırılır. Fizik vücut öldüğü zaman o vücut, artık ruh için bir sığınak olamaz. Sığınak olma vasfını kaybeder. Ruhun da nefsin de şekli aynıdır. Çünkü aynı sahayı kaplarlar. Bu sebeple ayrı olması mümkün değildir. Ruh, fizik vücut ve nefs, aynı görüntünün sahipleridir.
Bir insan için Allahû Tealâ’ya ulaşmak, bir dilek tahakkuk etmezse, kişi Allah’a ulaşmayı dilemezse gerçekleşmez, kişi hiçbir zaman hidayete eremez. Kim Allah’a mülâki olmayı yani ruhunu Allah’a ilkâ etmeyi (ulaştırmayı) dilerse Allahû Tealâ ruhunu Allah’a ulaştırmasını o kişiye bırakmaz. Bunu bizatihi Allah üstlenir ve o kişinin ruhunu mutlaka Kendisine ulaştırır. Eğer kişinin Allah’a ulaşmayı diledikten sonra 8-10 aydan daha fazla bir ömrü varsa ki normal standartlardan bahsedersek, 7-8 ayda ruhun Allah’a ulaşması mutlaka vücuda gelir.
Allahû Tealâ: “Siz dileyeceksiniz.” diyor. “Yarabbi! Ben ruhumu şu dünya hayatını yaşarken Sana ulaştırmayı diliyorum. Ne olur Yüce Allah’ım! Benim de ruhumu Sana ulaştır. Hayattayken bu şerefi bana nasip kıl. Bu büyük mutluluğu bana nasip kıl.” Kişi böyle bir talepte bulunduğu zaman o kişi kim olursa olsun, ne kadar büyük günahları olursa olsun, hiç fark etmez; Allahû Tealâ bu talep kalptense mutlaka o kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracaktır.
Bu kişi ruhunu Allah’a ulaştırmak istediği zaman 1. kademededir. Ulaştırabilmesi için mürşidine ulaşmak mecburiyetindedir. Tâbî olmazsa, mürşide tâbiiyet yoksa Allah’ın kendi tayin ettiği, o kişi için tayin ettiği mürşide ulaşmak yoksa kişinin ruhu vücudu terk edemez. Öyleyse kişi hacet namazını kılıp Allah’tan mürşidini sormak zorundadır. Bu zorunluluk, o kişiye Allah’ın mutlaka mürşidini göstermesiyle sonuçlanır ve kişi mürşidine ulaşıp da tâbiiyetini gerçekleştirmek istikametinde, içinde dayanılmaz bir arzu duyar ve mutlaka bunu gerçekleştirir. İçinden gelen o büyük talep mutlaka meyvesini verir. O kişi, mürşidi neredeyse oraya mutlaka ulaşır.

Bu kişi önce ne yapmıştır? Bu kişi boy abdesti almış, hacet namazını kılmıştır. Hacet namazını kılan bu kişi, Allahû Tealâ’dan mürşidini istemiş ve hacet namazını kıldığı andan itibaren buna liyakat kazanmıştır. Hacet namazını gerçekleştiren kişi namazın arkasından Allahû Tealâ’ya mürşidini sorar. Kişi gerçekten ruhunu Allah’a ulaştırmayı dilemişse Allah’ın ona, o kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracak olan mürşidini göstermemesi mümkün değildir. Allah mutlaka mürşidi gösterir.
Mürşidsiz bir vuslat yani ruhun Allah’a hayattayken ulaşması, hiçbir şekilde mümkün olamaz. Mutlaka Allah’a sorulacak, Allah’ın tayin ettiği mürşide ulaşılacak ve önünde diz çöküp tövbe edilecek, mürşidin kelime kelime söyledikleri aynen tekrar edilecek ve böylece o kişinin ruhu vücudundan ayrılarak Allah’a doğru yola çıkacak, kafileye katılacaktır. Bu kafile her zaman vardır. Bütün zaman parçalarında bu kafile vardır. Yolda olanlar hep bir grup oluştururlar ve Allah’a doğru seyr-i sülûk adı verilen bir yolculuk gerçekleşir.
Biz dünya adı verilen bir gezegende yaşıyoruz. Bu dünyadan Allah’a ulaşmak için yola çıkan ruhlar, bu dünya üzerinde evvelâ zemin katta çimenler üzerinde bir secde olayı gerçekleştirirler. Yola çıkanlar ana dergâhtan altın kapının açılmasıyla ayrılırlar ve ana dergâhın üstünde, yerden 20-30 metre yukarıda tek bir sıra oluştururlar. Boşlukta tek bir sıra oluşturacak şekilde bulunurlar ve 1. katta söylediğimiz secde işlemi gerçekleşir. Çimenler üzerinde bir secde.

  1. katta suvarılma havuzlarında, Allah’a doğru yola çıkan bu ruhlar kafilesi tamamen suvarılacaktır. Orada yola çıkanların 2 grubu söz konusudur. Birisi 1. kata kadar çıkabilenler, diğerleri 1. katın ötesine geçebilenlerdir. Tabiî burası, bulunulan 2. kat olduğuna göre, bir süre burada ruhların suyun içinde (oradaki özel sıvının içinde) kalmaları gerekiyor. Bunu tamamlayanlar, dışarıdaki bir yerde secdede olurlar. Sonra 3. kata ulaşan kafileye katılırlar.
  2. katta bir köşk mescit söz konusudur. Bu, Allahû Tealâ’nın bir ni’metidir. İki katlı bir köşk mescitte, üst katta ve alt katta insan ruhları secdeye gelirler. Sonra mihenk menfezinden yukarıya doğru çıkan, bir boruyu hatırlatan bir dizaynın içinde süratle, sonsuza doğru yol alınır. Bir evvelkinin ayakları bir sonrakinin başından yaklaşık bir karış yukarıdadır. Hiçbir zaman ayaklar altlarındaki başlara değmez. Yukarıda olanın da başı, kendisinden daha yukarıda olanın ayaklarının altındadır. Böyle bir dizayn içerisinde insanlar yollarına devam ederler.
    Bu yolculuğun daha ötesinde insanların kudret denizine ulaşması söz konusudur. Bütün ruhlar burada suyun derinliklerine dalmak imkânının sahipleridir.
    Sonra Allah’a doğru olan yolculuk devam edecek ve 7 tane gök katı birer birer aşılacaktır. Ruhlar buradaki muhtevayı takip ederek zikir hücrelerine ulaşacaklardır. Makam-ı Mahmud, Divan-ı Salihîn ve nihayet zikir hücreleri.
    Zikir Hücreleri, Sidretül Münteha’dan evvelki son noktadır. Bütün bunların tahakkukuyla, kişi zikir hücrelerinde 2 metre çapındaki şeffaf kürelerde, (kürelerin içinden geçilebilir) zikirlerini tamamlarlar. Ancak bu zikirlerin tamamlanması söz konusu olduğu takdirde o kişinin ruhu oradan ayrılıp Sidretül Münteha’ya ulaşır.
    Sidretül Münteha, Allah’a ulaştıran son yolculuğun başlangıç noktasıdır. Sidretül Münteha’dan dikey bir yolculukla ruh, Allah’ın Zat’ına ulaşır, Allah’ın Zat’ında ifna olur (yok olur). İşte bu; ruhun, Allah tarafından üfürülen Allah’ın ruhunun, Allah’a yani o ruhun sahibine geri dönmesidir.
    İşte kimin ruhu Allah’a Allah tarafından ulaştırılırsa, söylediğimiz macerayı kişi tamamlayıp da bu olayı gerçekleştirebilirse (7-8 aylık bir ömrü varsa Allah onu mutlaka gerçekleştirir) o zaman bu kişi ruhunu Allah’a ulaştırır. Allah’ın Zat’ına ulaşan ruh, Allah’ın Zat’ında yok olur.
    Ne olmuştu? Allahû Tealâ o kişiye ruhundan üfürmüştü. Ne oldu? Allah’ın üfürdüğü ruh, sahibi olan Allah’a teslim oldu. Allahû Tealâ buna “ruhun teslimi” diyor. Bu teslim bir son değildir. Bundan sonra fizik vücut Allah’a teslim edilecektir. Kişinin fizik vücudunu Allah’a teslim edebilmesi, yeniden bir gayreti muhtevasına alır. Fizik vücudun Allah’a teslimi gerçekleştikten sonra nefsin Allah’a teslimi söz konusu olacaktır.
    Fizik vücudun Allah’a teslimi bir dik yokuşu gerektirir. Yani 3 saatlik bir zikirden günde 18 saatlik bir zikre ulaşmak söz konusu olacaktır. Böylece kişinin fizik vücudu Allah’a teslim edilecektir. Fizik vücudun Allah’a teslimi, bu sebeple bir dik yokuştur. 3 saatlik bir zikir, 6 kat artarak devam edecektir. Kişi henüz daimî zikre ulaşmamıştır. Yani ulûl’elbab olmamıştır. Bundan sonraki hedef, daimî zikirdir.
    Kişi daimî zikre ulaşacak ve daimî zikre ulaştığı zaman, bu kişi fizik vücudundan sonra nefsini de Allah’a teslim etmiş olacaktır. Allah ile olan ilişkiler böyle bir süreç içerisinde devam eder.
    Allahû Tealâ daha sonra bu kişiyi Tövbe-i Nasuh’a davet edecektir. Tövbe-i Nasuh’unu gerçekleştiren kişi muhlis sıfatını alacaktır. Yani halis olan bir nefs kalbine sahip olacaktır. Kalbinde en ufak bir negatif faktör kalmayacaktır. Kalbi tamamen Allah’ın nurları ile dolacaktır. Bütün negatif faktörler kalbi terk edecektir. Burası ulûl’elbab makamıdır.
    Ulûl’elbab makamının ötesi ihlâs makamıdır. Kişi muhlis olur. Allahû Tealâ onu halis kılar. Böyle bir şey için kişinin Tövbe-i Nasuh’la Allahû Tealâ’ya tövbe etmesi gerekir. Tövbe tamamlandığı zaman kişi ihlâs makamının sahibi olur. Geriye salâh makamı kalır.
    Allahû Tealâ o kişinin iradesini de teslim alacak ve onu salâh makamının yani salihlerden biri olmasını temin eden makamın sahibi kılacaktır. Salâh makamının sahibi olan kişi salihlerden birisidir.
    Bütün bunların başlangıç noktasına baktığımız zaman bunun sadece bir dilekten ibaret olduğunu görürüz: Allah’a ulaşmayı dilemek. İşte bu nihaî noktaya kadar ulaşan dizaynın başlangıcı bir dilektir. Kişinin: “Yarabbi! Ben ruhumu Sana ulaştırmak istiyorum.” diye olaya başlamasıdır. İşte böyle bir başlangıcın oluşmasının iki âyeti:

“innel hudâ hudallâhi: Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır.
inne hudâllâhi huvel hudâ: Muhakkak ki Allah’a ulaşmak, işte o hidayettir.”

Ruhun insan vücudunu terk edip seyr-i sülûk isimli bir yolculukla Allah’ın Zat’ına ulaşması işlemi hidayettir. Ama bu, hidayetin ruha ait kesimidir. Sonra fizik vücudun hidayeti gelecektir; fizik vücudun Allah’a teslimiyle. Sonra nefsin hidayeti gelecektir; nefsin Allah’a teslimiyle. Son teslim, iradenin teslimidir. Bir kişi iradesinin teslimiyle bunu tamamlar.
Görülüyor ki 2 âyet-i kerime; “innel hudâ hudallâhi: Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır.” ve “inne hudâllâhi huvel hudâ: Muhakkak ki Allah’a ulaşmak, işte o hidayettir.” ifadeleri hidayeti anlatıyor. İkisi de hidayeti anlatıyor. Ama biraz birbirinden farklı iki ifade kullanılmıştır.
İşte bir insanın mutluluğu yaşayabilmesi, hidayet adı verilen bu müesseseyi mutlaka gerçekleştirmesiyle mümkündür. Bu ise Allahû Tealâ tarafından garanti edilmiştir. Allahû Tealâ Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde diyor ki:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).

Allahû Tealâ: “allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb: Allah dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah onları Kendisine ulaştırır.” diyor.

İşte konun başlangıcına baktığımız zaman bu başlangıcın bu 2 âyet-i kerimeye dayalı olduğunu görürüz.

1- “innel hudâ hudallâhi: Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır.”
2- “inne hudâllâhi huvel hudâ: Muhakkak ki Allah’a ulaşmak, işte o hidayettir.”

Her hâlükârda hidayetin insan ruhunun hayattayken Allah’a ulaşması olduğunu, Allahû Tealâ açık bir şekilde Kur’ân’da ifade ediyor. Bu sebeple bu 2 âyet-i kerime yani “innel hudâ hudallâhi” ve “inne hudâllâhi huvel hudâ” hidayetin temelini teşkil eder.
Hidayeti tanıyanları ve yaşayanları, hidayeti yaşayamayanlardan ayıran en önemli 2 âyet-i kerime, bu 2 iki âyet-i kerimedir. Hidayet adlı bir müessesenin, insan ruhunun o kişi dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşması olduğunu en net, bariz ve açık şekilde bu 2 âyet ispat etmektedir. Bu sebeple insanın manevî tekâmülünde en önemli hamle olan ruhun Allah’a ulaşması ve ruhun hidayeti, ancak bu 2 âyette anlatılan muhtevayı gerçekleştirmekle olur.

Âyetler son derece açık bir şekilde tarifi yapıyor:
“innel hudâ hudallâhi: Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır.” Yani ruhun Allah’a ulaşmasıdır.
“inne hudâllâhi huvel hudâ: Muhakkak ki Allah’a ulaşmak, işte o hidayettir.” Allah razı olsun.